BUMERANG

Bumerang - Yazarkafe

9 Mayıs 2013 Perşembe

DIŞI RENGARENK İÇİ SİYAH-BEYAZ SEMT: TARLABAŞI..


Bir tabudur Tarlabaşı..

 
Dokunanı yakar, yakana dokundurur, acıtır..
İtilmiş kakılmışların, cemiyette yer bulamamışların, köyden şehre inip de şaşırmışların mekanıdır. Tarihi oldukça eskidir, Pera'nın akranıdır.
Romanın elinde klarnet, Lazın elinde kemençedir.
Tezatlıkların bir numaralı adresidir.



Dışı rengarenktir ama içi kan ağlar! Çoğunlukla siyah az bir şey de kirli beyazdır içi. Çamaşır suyuna bassan da kar etmez!



Kentsel dönüşümle tekrar gündeme gelen Tarlabaşı tarihin derinliklerine gömülmek üzeredir! Merakınız varsa tümüyle yıkılıp "Kentsel Ölüşme" den evvel ziyaret ediniz! Eskiden kıyısından geçmeye çekindiğim semti ölmeden evvel gittim gördüm, derin yaralar açtı bende, tarihi binaların yok edilmesine duyduğum üzüntü tarifsiz..


Peki Tarlabaşı nerededir? Kimdir? Kimindir? Aç mıdır, tok mudur? Var mıdır, yok mudur?
Bilinç altına itilmiş kötü bir hatıradır Tarlabaşı, ne kadar derinlere itsen de en olmadık zamanda çıkar gelir, buluverir seni, üzüverir, ben burdayım der; üvey evlattır ama.


Yemek yerken lokması sayılandır. Azdan çok, çoktan azdır. Azgındır, şehvetlidir; hemen parlar da siniri çabuk geçenlerdendir.
Adam seçmez ama, madam seçer!



Çaktırmaz ama bir kurşun gibi deler geçer.
Bakımsız çocuğunun burnundaki sümük kadar dış kapının mandalı, sokak aralarında iplerden sarkan çamaşırlar kadar Hacı Şakir kokuludur.


Sakız bile burada bir başka çiğnenir, öyle ki sesi topuklu ayakkabı tıkırtısıyla yarışır. Pazarlığın böylesi görülmemiştir. Bazen konuşmadan yapılır o pazarlık kaşla gözle, bazen bağıra çağıra, saya söve! Yanı başındaki karakola aldırmadan dönüverir her türlü dolap, en beterinden, en belalısından, en uyuşturanından. Müzikli semttir, çalgısı çengisi bitmez. Tarlabaşı'nı anlatmaya sözler yetmez de.. Tutalım biz de bir ucundan...



Beyoğlu ilçesinde yer alan Tarlabaşı'nın kuzeyinde Dolapdere Caddesi, güneyinde Belediye Başkanı Bedrettin Dalan zamanında açılmış Tarlabaşı Bulvarı, doğusunda Talimhane, batısında ise Kasımpaşa yer alır.
Tarlabaşı, Osmanlının en parlak dönemlerinde 1535'te Fransızlarla, İtalyanlarla başlayan ülkeler arası elçilik bulundurma uygulaması sonucunda Beyoğlu'na yerleşen elçiliklerde çalışan üst düzey yöneticilerin ve bunlara ek olarak Beyoğlu'nda yaşayan Levantenlerin ve gayrimüslimlerin iş yeri ve konutlarında çalışanların, konut alanı olarak kurulmuştur.



Beyoğlu'ndaki zengin mimarinin daha sadeleştirilmiş halini görüyoruz Tarlabaşı'nda. Cadde-i Kebir (İstiklal Caddesi) deki yapıların basit bir kopyası gibidir yapılar. Her biri birbirinden farklıdır. Osmanlı, Rum, Ermeni, Süryani mimarisi iç içe geçmiş durumdadır. Eskiden gayrimüslim ağırlıklı nüfus söz konusuyken Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olaylarıyla  sayıları iyice azalmıştır.



Özellikle Rum nüfusu iyice azaldı ve semte kimliğini veren pek çok özellik onlarla beraber yok olup gitti. Genel olarak Beyoğlu yoksullaşmaya başladı, köhneleşti, binalar bakımsız kaldı, yıkılıp yerlerine çirkin ve ucuz yapılar inşa edilmeye başlandı.




1950'lerde başlayan büyük kente göç furyasından Tarlabaşı da nasibini aldı. Rumlardan boşalan evlere hesapsız kitapsız yerleşti insanlar. Kapısı kilitli evlerin kilidini kırıp işgal ettiler.


90'lı yıllarda da terörden nasibini alan insanlar İstanbul'a göçtüler ve kiraları bedavadan biraz pahalı olan, pis, bakımsız, döküntü evlerde yaşamaya başladılar.



Romanlar da mesken tuttu Tarlabaşı'nı. Kimsenin kendilerine karışmadığı bu semtte her türlü alengirli işlerini rahatça çevirdiler. Biraz iyi olanı Beyoğlu'nun arka sokak pavyonlarında klarnet, darbuka çaldı, meydanda çiçek sattı. Bir kısmı da kaçakçılık, gasp, hırsızlık, fuhuş çeteleri kurdu; "Yaklaşmayın, dokunanı yakarım!" dedi.


Tarlabaşı renklidir dedik; Afrikalı göçmenler de Tarlabaşı'na "koyu" bir renk kattı. Bir kısmı mecburiyetten, ekmek parası derdinden kaçıp, Türkiye'ye sığınmış olup, uyuşturucu kaçakçılığına karışan "hemşehrileri" yüzünden "tu ka ka" oldular. Genelde saat satarken rastladığımız zenci arkadaşlar, ellerinde valizleriyle dolaşırlar Tarlabaşı'nda, Dolapdere'de..


Peki Beyoğlu'nda insanlar zevk-ü sefa içindeyken Tarlabaşı neden böylesine bozundu? İçine kapandı, bir ur gibi Beyoğlu'nda büyüdü ve son olarak ameliyatla alınmasına karar verildi? 1985 yılında dönemin belediye başkanı Bedrettin Dalan tarafından radikal bir kararla küçük bir cadde olan Tarlabaşı Caddesi 350 binanın yıkımıyla bugünkü Tarlabaşı Bulvarı halini aldı. Taksim'e ulaşım çok kolaylaşmakla beraber büyük bir bulvarla Taksim'den koparak içine kapandı Tarlabaşı.


Dar sokaklarına çöp kamyonları giremez oldu, çöp kokusu yükseldi sokaklarından. Hizmet gitti almadılar, hizmeti beklediler gelmedi.
Kimse onları "kaile" almadı onlar da "çok da riv riv" dedi. Vurdular patladı, çaldılar oynadılar.
Kötü oldukları için mi itildiler, itildikleri için mi kötü oldular bilinmez..
Dedim ya tezatı bol İstanbul gibi.



İstanbul'un bakkalda "Çokonat" isterim diye ağlayan, yüzüne bir şamar yiyip göz yaşı sümüğüne karışan çocuğudur Tarlabaşı. Travestisiyle, transeksüeliyle, konsomatrisiyle, Romanıyla, Kürdüyle, Lazıyla, Zencisiyle, argosuyla, jargonuyla, raconuyla bir mozaik Tarlabaşı.



Hele de o canım binalarıyla.. Her biri bir sanat eseri benim gözümde. Öyle güzel mimari detayları var ki..
Cumbalar, oymalar, kapılar, pencereler, merdivenler her biri birbirinden kıymetli benim gözümde.



Gelgelelim önce anlattığımız sebeplerden harap olan sonra da Kentsel Dönüşümle yıkılan bu tarihi kim geri getirecek? Yaşı 100 senenin üstünde olan o binalar ne depremler, yangınlar, fırtınalar atlatmış  bugünlere gelmiş de bizler sahip çıkamıyoruz.



Tonlarca para verip yurt dışında eski yapıları hayranlıkla seyrediyoruz da, yanı başımızdaki canlı tarihi görmezden geliyoruz. Sahiden ayıp ediyoruz! Belki tümüyle bizim elimizde değil, olanları dışarıdan seyrediyoruz.


Tarlabaşı'nın kötü namından korktuk, fotoğraf çekmeye gidenlerin makinalarının çalındığını, cüzdanlarını kaptırdıklarını duyduk. Çekindik.. Haklı olarak.. Ama bu yapıların yıkılarak yerine "zenginlere" rezidanslar yapılacağını duyunca çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım.


 Böylesine merkezi bir konumda yer alan ama olumsuz profilinden dolayı fiyatları çok ama çok düşen evleri "iyi fiyata okuttuk" diye sevinirken ahali, bir de baktılar ki çarşıdan bir tane alıp eve gidince bin olan nara benzemiş Tarlabaşı.


Ya da elindeki kağıt 50 TL alınarak bir avuç bozuk para verilip "Bak daha fazla oldu paran." diye kandırılan çocuklar gibi oldular. Nasılsa yıkılacak diye de yapıların üstündeki heykelcikleri bile alıp tarihi eser niyetine sattılar, çöplerini kapının önüne atıp, yıkıntıya enkaza bakıp "bi cigara yaktılar".


Çözüm yıkmak mı? Yok etmek mi? Yok muydu başka bir alternatifi. Tarlabaşı'nı yıka yıka kalmadı. Sıra hangi tarihi semtte? "Ohh ne iyi oldu bir güzel temizlensin." diyorsunuz da işin kolayına kaçıyorsunuz. Dolgu yaptırmak yerine bir kere ağrıdı diye dişinizi çektiriyor, kurtuldum sanıyorsunuz. Sonra paranız varsa oraya yeni bir diş yaptırıyorsunuz da acaba ağzınızın eski tadı kalıyor mu? O diş gerçekten sizin oluyor mu? Her güldüğünüzde parlayan dişler "Ben yapayım." diye bağırmıyor mu?


Eşkıya ve Ağır Roman filmlerine ev sahipliği de yaptı Tarlabaşı. Merak edilen ara sokakları ve Tarlabaşı "sakinleri"nin yaşayış tarzına ışık tutuldu. Ağır Roman'da "Ağır Abi"lerin nasıl "racon kesiği"ni, Eşkıya'da her türlü belanın içindeki Tarlabaşı delikanlısı Cumali'nin İstanbul'un yabancısı Eşkıya'ya olan hürmet ve merhametini gördük.




Sıra sıra perukçularıyla hatırlayacağım Tarlabaşı Bulvarını.. Birbirinden apayrı ama bir o kadar da kenetlenmiş insanlarına benzeyen evlerini, dar sokaklarını, iplerden sallanan çamaşırlarını, top oynayan ağzı bozuk çocuklarını, şalvarını göbeğinin üstüne çekmiş Romanlarını unutmak mümkün değil.


Camdan bakan yaşlı teyzelerin mahzun gözlerini, marangozhaneden çıkan seslere karışan
"Abe kaynana ne yaptın bize"lerini, ağzı bozuk bağrı yanık ablaların topuğu kırılmış ayakkabılarını, az çiğnenmiş sakızlarını da al git dediler. Ayrılık vakti geldi. Yıkım vakti geldi.
Çoğu gitti azı bile bitti.
Zillere bastım, hatta kaçmadım ama çıkan olmadı..






Sazı gitti, sözü gitti, sesi gitti, rengi gitti.
Trajikomikti, yine de gülmediler bu sefer.
Baktılar koca, kara gözleriyle; selam verdiler özleriyle..
Ateşte kalan közleriyle yazdılar: ELVEDA TARLABAŞI, EYVALLAH!!!


Nilgün Sultan KARAKAŞ..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder